Arzulanan ÖTEKİ

İnsan hayatının büyük bir kısmını kapladığından şüphemiz yok ‘öteki’ ile olan derdimizin. Birisini arzuladığımızda aslında neyi istiyoruz? Onu mu, yoksa ona yansıttığımız arzumuzu mu? Çoğu zaman fark etmeden kendi bilinçdışımıza dokunan birilerini arzularız. Geçmişimizde ilişki kurduğumuz kişiler öyle ya da böyle bilinçdışı arzularımıza bir yönüyle belli bir oranda hitap ettikleri için varlardı. Hiçbir ilişki bir ‘yabancı’ ile kurulmaz, ancak tanıdık bir ‘öteki’ ile kurulur. Lakin ne kadar tanıdık olursa olsun hiçbir zaman da tamamlanmaz insan bu tanıdık ‘öteki’ ile. Çünkü bu kişi bizde iz bırakan daha arkaik bir ‘öteki’ nin en fazla yarısından biraz fazlasını temsil eden farklı bir ‘öteki’ dir. O arkaik öteki ise belki ‘ilk öteki’ (anne) , belki suskun bir baba belki de toplumsal kabule ulaşma hedefiyle yitirdiğimiz otantik yanımız…
Hepimiz, sen, ben, şeyhin, pilates hocan, Hitler, Trump istisnasız hepimizin ilk ötekisi ‘anne’. Hiçlikten dünyaya doğan bebeğimizin aylarca yıllarca haşır neşir olduğu, rehberi yaşam kaynağı mutluluk kaynağı olan kavram anne kavramı. Nitekim her bebek annenin bir uzantısı onun bir parçası. Lakin bu hikâye her geçen gün ayrışma ile ilerliyor. Önce meme gidiyor, sonra mamanı kendin yemeye başlıyorsun, sonra kakanı kendin yapmaya başlıyorsun, sonra ayrı odalarda uyuma, sonra kreş derken ayrışma her geçen gün son hız devam ediyor. Ergenlik de ayrışmanın zirvesi oluyor.
Parting is all we know of heaven,
And all we need of hell
Emily Dickinson
‘ayrılık cennet hakkında bildiğimiz tek şey, cehennem için ihtiyacımız olan her şeydir’ dizeleri ile ayrılığın cehennemin hammaddesi olduğunu şiirsel bir dille anlatıyor.
Tüm hikayesi sürekli ayrılıklarla ilerleyen bir canlının bir ‘öteki’ yi arzulamaması neredeyse imkânsız. Olayın biyolojik ve toplumsal normlar tarafını yorumlamaya gerek yok, toplum sabah akşam ancak ‘öteki’ ile tamamlanacağını söylerken, biyoloji üremek için ‘ötekine’ inanılmaz muhtaç olduğunu dile getiriyor. Dolayısıyla her koldan ötekine olan arzumuz artıyor.
Bu kadar eksikle kayıplarla başlanan hayat, biyolojik ve toplumsal faktörlerle de güdülenen kişi ötekine duyduğu arzuyu ihtiyaç olarak görmeye başlıyor. Zihin bu ihtiyacı karşılamak için bizim de farkına varamadığımız ustaca hamleler yapıyor. Bir kadının kaçıngan bağlanan bir erkek ile kurduğu ilişkiyi tıpkı babası gibi birisi olarak tanımladığı an kocasına ‘bıktım mesailerinden’ cümlesini kurduğu an oluyor. O an temporal lob dan gelen bir bilgi hayati bir farkındalık yaratıyor. Annesi de 25 sene önce tam olarak bu cümleyi kurmuştu…. Bir erkek danışan eşine ‘’tüm insanlık bir araya gelse seni mutlu edemez’’ cümlesini kurduğu an, 30 sene önce babasının annesine ‘’ 7 köy toplansa seni mutlu edemez’’ cümlesini hatırlıyor ve o farkındalığın getirdiği ağırlıkla zihinsel sorgulamalarla geçen sessiz saatler…
Arzuladığımız öteki bizde eksik kalan şeyi getirmek için görevlendirmek istediğimiz emir erimiz. İlişkiye başlarken garibim ötekinin bunlardan hiç haberi yok. Tabi olay tek yönlü akmıyor. Ötekinin de zihninde arzuladığı bir ‘öteki’ var. Biz de bu role tam uymadığımız kesin olsa da, o öteki ye uyumsuzluğumuz yönünden yıllarca yargılanacağız. Partnerimizi de yıllarca bizim ötekimize uymadığı yönleriyle yıllarca yargılayacağız. Werther aslında Charlotte’u değil onun temsil ettiği ulaşılmaz bütünlüğü , ve erişilemeyen anne figürüne aşıktır. Anna Vronski’ye değil özgürlük fikrine tutulmuştur. En güzel örneklerden birisi de Kleopatra; ona duyulan arzu yalnızca fiziksel cazibeyle açıklanamaz, Romanın arzuladığı ama asla tam anlamıyla sahip olamayacağı ‘Doğu’ nun temsilidir, egzotik, gizemli, tehditkar ve büyüleyici….
Narcissus suya eğildiğinde kendisini gördü ama sevdiğini sandığı şey yalnızca yansımasıydı. Oysa o su arzunun en eski aynasıydı.
Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın.
Hüseyin Nihal Atsız
Dizeleri ile arzulanan ötekinin arkaik ve omnipotant yanı, aynı zamanda bize acı veren tarafı o kadar güzel anlatılmış ki, yorum yaparak edebiyata saygısızlık yapmamak daha yerinde.
Bizler de bir ötekinin gözlerinde kendimizi ararken çoğu zaman ona değil geçmişin yankısına tutuluruz. Bir sesin, bir kokunun bir susuşun içinde ötekimizin hayalini kurarız. Ve her aşk, bir çocuğun annesini ilk kez araması kadar masum, ama onu bir daha asla bulamayacağını anlaması kadar yıkıcıdır. Başkasında kendimize rastlayacağımız umuduyla durmaksızın yol alıyoruz. Ta ki bir gün, arzunun da bir yanılsama olduğunu idrak edene dek.
Enes KURT – 05.05.2025